https://www.youtube.com/watch?v=D-mObYJWc_8

1
uzun bir nehirdir satranç kıvrak ve uzatarak boynunu nice güneş batışını yerinde görmüş boynunu oysa veba tarihçileri bilmemişlerdir her karenin bir karşı veba girişimi olduğunu
göğe bezgin bakanların bir türlü öğrenemediği bir oyundur satranç
evet ilk aşk gibi bir şeydir ilk açılış artık dönüş yoktur kuşku bağışlanmasa da tedirginlik doğal sayılabilir ancak yürümenin dışında bütün eylemlerin adı kaçış kaçış kaçıştır
çapraz özgürlüklerinde filler acılardan yapılmış bir alanda ne zaman ki esrirler yazsak defterlere sığar mıydı şah açmazında vezirin ölümcül tutkusunu yerine göre piyon da bir tufandır içinde hep bir vezir sürekli mahzun düz gider çapraz vurulur ve uzun uzun günbatımlarını çağrıştırır
hüznü uçlarından dolanıp yalın sıçrayışlarıyla piyonlar arasından ürkek ama cesur ama sevimli açsa duyargalarını o tarihsel şiire iyi bir oyuncu en çok atları sever
sen ey atını kaybeden oyuncu bir ilkyazdan koca bir güzyontan adam bırak oyunu
artık öyle bir ıssızlık düşle ki içinde yeryüzünü kişnesin bizim atlar
2 nicoldu onca oyuncu oyarak ette oyuk seyirmesinden oyun kurarlardı
kaçıp da süleymandan kaf dağında otururdu anka nicoldu
o mağrur gemiler ki açıklarda güneşin şanla her akşam ufala ufala battığı suların kabarıp taşarak savrulduğu oradan kesik bir insan başı gibi taşra düşüp helak oldular
ün geldi ey iskender çok acaip gördün ömrün tükendi geri dön ürktü ki endişe dünyadandır ve hayal hiçtir sözü onun …avda yine geri dön bu son yoksa öleceksin gurbette dedi ses ve işitip ağladı o koca iskender ki tuhaf matlar yapardı mat oldu olağan biçimde
artık anlaşılmıştır günün akşamlılığı kesin mat yok iyi oyun vardır sadece ve satranç aslında dalgınların oyunudur dalgının ölüm karşısındaki sükuneti düşmana ölümün dehşetinden korkuludur
eğilip o oyuncu uzatsa boynunu buyruğa
taşlar sürüldüğünde kaleyi buyruksuz düşündü mü kişi demek ki bütündür sallantıda demek ki gök de anlaşılmaz bir biçimde ölü cinayetlerde yeryüzüne paramparça dağılmıştır aşk ve umut dağılmıştır koygun bir gece gibi günü kaplayan sevgilinin gözlerindeki zeytin siyahını o oylum oylum kabarık şiiri kaplayan bir şeyse buyruksuzluk taşlar sürüldüğünde alıp kişiyi kayalar çarpar buyruksuzluk
çağı binip cübbesinden gözükara süvariler çıkaran o beyaz taş oyuncusunu nerde bulmalı tutup üzengisinden öpüp koklamalı
3 söyleyelim eBİR ha in dir eSekiz yok yok ayrı bir düşman falan genç çeri ey e hattındaki budala -Tanrım ne saflık-
bir ara dilim sürçse de at kıskacını anlatsam desem ki Ha- derler ki kemik atıyor köpek resmine bu adam
anlat apaçık olanı gecedir halk etinin önünde anlam katledilmiştir
vardın söylemezler otlar çok sutün düştü nice bir taş ne zamana yetiştin
aykırı sür çalka de ki ey at kıskacı kabaran ateş almış ve ey at kıskacı diye bağırarak o oyuncu oynadığında seni konuş benimle sana hizmet danışayım
4 hüzüm yalındır-dağdan aparılmış kar topakları gibi
yel ki ince ipince bir teldir kopmuştur
insan azar azar kopmuştur
yalnız hüznü vardır kalbi olanın hüzün öylece orta yerdedir tuhaf bir yarma yaşanıyordur çepçevre şeytan kilitleri
sınav
5 bir oyuna rasgeldim her taşı yakup hüznü
anlat bu boşalmış at hüzündür
yanında kalfa çırak ben bir oyuncu tanıdım daha ataktı
gördüm ki çatlıyordu kara kuzgun
kabusa beyaz bir su oyuluyordu
‘ve sabır olmasaydı yeryüzünde birgün kalınabilir miydi?’
6 bu hüznün mesnevisi yazılmadı gürbüz tarhlar öldü o ceylanda bir kaç minyatür mütekeddir -de bana bu esrime bu koygun minyatür yalnızlığından başka nedir-oysa kocamandır aşk usanç hep eksiler alanında olup biten bir şeydir parçala bu trajik geçidi o taşı sür ey insan taşı taş-çünkü saat sınanan bir süreçtir ve atlar yanıldıklarında kaygan o karangu duvarına çarpıp kuşkunun düşer ölü atlar
çünkü satrançta çünkü orada ve burada her zaman öğretidir zaman aşkın da katları vardır-kadim kabarık bir öyküdür alınyazısı
ey aşk elbet başındasındır bela kitabının ne çok dilin var gece ki anlamadı şu anda o ibrahim ve ishak yargıç yok taşı kim atacak leyla bilmez mi gerekli olduğunu diye döğünüp duran gece ki ey gece o külli aynalar seni ararlar ıssız bir hat fotoğrafın dan sana çıktım
oynanan göstermelik bir sonoyunuydu aldandın ağır taşlar verdik …ve ay seni bulduğunda yani ki kanıtladığında kendini ben müthiş bir başlık atacağım şiirime sevgili gecem diye 7 şebçerağ söndü mü diye bir ses
sahi şebçerağ nerde iskender! iskender! diye bir ünlem
bu nasıl iskender aramaz bengisuyu diye bir hüzün
‘hişt! dostlarıma şunu haber ver denize açıldım ve gemim parça parça oldu’ diye bir im denli narindir intikam
intikam içli bir marştır gerçekte bir ara ses aygıtını yırtarak çıkarılırdı o şimdi dışlanmış bir taş olarak karlı kış gecelerinde acılı bir genç şairin her geçişte hüznüne tanık olduğu metruk bir kümbet denli müşahhas aşktır-ve o ne rahim bir yürüyüştür gecede
(o yıllar bir ressam tanırdım gök çizemezdi yüksek evler yapardı yitik kadın yüzleri- bir güm o kentin -tarihsel bir kenttir- o çarşısındaki hasır iskemleli kahvede onu bir cenini çizerken ağlar gördüm bütün öğeleri belliydi ama neden gözsüz ama neden bir kaleden artmış kapı tokmağı gibi ıssız ve dokunaklı diye sormadım çünkü ben ağlayanları severim ve güzeldir ağlamak denebilir ki- bir insan en çok ağlarken güzeldir vakit de akşamdı dışarda kar vardı kar yüzyıllardır alabildiğine vardı insanlar doğar konardı konar göçerdi sonra o bütün resimlerini yırttı- birden kaybolmuştu arıyor diye duydum bir şeyi çağın unutturmak istediği belki derin bir gök resmini ye’si biçen o eşsiz kılıncı gürbüz hamleyi)
bu taşı da sürüyorum koyar gibi o güzel yapının üstüne ya da komaz gibi taş üstüne taş (ben daha çok taşları mı anlıyorum nedir ve nedir taş- çakmak taşı satranç taşı sapan taşı göktaşı) reddetmek gerekiyor kimi taşları ve şeyleri
sözgelimi sapan taşını -o göz çıkarır sadece- ortadaki gökkasabı gökdeleni tanrısız tecimevlerini caminin hemen önündeki ana caddedeki aykırı kadın salınışını yanlış konumunu gülün evlerde bahçelerde ve hatta parklarını bile bu taş mekanın reddetmek gerekiyor
çağa çıktığımda kan- çoğalan bir suret ve kendini ta içerlerde bir yerin üşüyor-duymuyormusundur yinelenir durur -şu sanki ne diye- akşam ki dönüp nefsini içine tuttuğun yüzündür senin yüzün -paramparça bölük pörçüktür şu kuytu kalabalıkta şu yalnızlıkta ivedi ve kirlisarı dişiliğini kullanıyordur kuşku lüks oteller gibi kuşku kuşku
(çağı deştiğimde o yüz diyor yoruldum -aynalar gösterebilir mi hiç -bana sonumu nedensiz başladım oyunculuğa bitireceğim raslantıyla -oyunumu dostlarım da var -intiharlar her akşam ıslak-yapışkan saçlarıyla girip odama paniğimden pay toplarlar)
azaldı halk içinde yüzdeki ben gibiler eldeki siğile çıbana -etin yumuşak bir yerinden sökün eden- döndü halk ve cüzzam ne yürüdü ve hep bir yaprak değil miyiz ki bir zaman yarıp çıkmak serüveninde özdalımızı topu topu bir mevsimi yaşarız işte müşa’şa’ bir sonbahar figüranıyız hepimiz de ve cüzzam ne gün yürüdü sormalı değil mi ki ebabil adil bir infazın adıdır ve insan -ne şu ne bu- iyioyunundan sorulmayacak mıdır 8 (kıstak) her dakika henüz ölmüş gibi ebuzer kimsesizsindir içlemin gamevi ay emek
kesik kesik solur avcının elegözlü nesnesi kaybettiğin divit -kırdır faniliğindir o ağaç ki zekeriya onda saklıydı
yazı ebediyyen vardır -ortadaki göçük içerdeki dehşet pusudaki bungu kıyım mahzen kan - çok kandil kırılmış -sanki geç herşey için – niçin ertelenir sanır insan herşeyi öyle sanır – yeniden han o ölümsüzlük gibi mutantan taş – düşmüş vardır – orada nasılsalar öyle apaçık kırıktırlar
dili faldır aşkın ey taş
Satranç Dersleri, İlhami Çiçek Kaynak: Edebiyat Dergisi Yayınları
Sanatçının bir niteliğini vurgulamak için söylenen ‘çağın tanığı olmak’ sözünü biliyoruz. Sanıyorum buradaki tanıklığı, sonucu değiştirecek bir etkinlik olarak anlamak gerekiyor. ‘Çağın tanığı’ bir sanatçı olarak ya da çağı yaşayan bir insan olarak çağımızı nasıl algılayıp yorumluyorsunuz?
Her insan çağından sorumludur. Bu bağlamda düşünüyorum ‘tanıklık’ olgusunu. İnandığım Öğreti, beni sorumluluk’la boyutlandırıyor. Çağın tanığı olmam, bu boyutun gereğidir. Saptamakla birlikte, soruşturmayı ve yargılamayı da içeren bir etkinliktir çağın tanığı olmak. Sonucu doğrudan etkiler.
Çağımız korku çağıdır. Umut’la dengelenmediği için, erdem’e yer yok bünyesinde. Korkunç bir biçimde ‘sınırsız ilerleme’ melankolisiyle başı dönmüş. Bu yüzden hiçbir kutsal tanımıyor. Maddesel ve duygusal olanı abartarak, Tanrısalı yadsıyan bir uygarlık yönlendiriyor bu çağı Batı uygarlığı. Çağdaş bilim özerklik savlarıyla aşkınlığa inanmıyor. İnsan yalnız. Bütün ilişkilerinde eşyanın gölgesi. İnsanın temel eğilimleriyle, çağın eğilimlerinin böylesine çeliştiği bir başka çağ var mı sorusu hızla gündemlere giriyor. Ben bu çağa yön veren Batı uygarlığının, çağın başlarındaki etkinliğinin kalmadığına, çöküş sürecinde bulunduğuna inanıyorum. Kokuşma öylesine yoğun ki güncel insanın da dikkatinden kaçmıyor. Artık insanlar, ahlakî ilerleme gibi duygusallıklar bir yana, maddesel bir ilerlemeden bile kuşku duyuyorlar. Madde kocamanlaştıkça kendi sonunu da hazırlıyor. Bu anlaşıldı. Ahlakî ilerlemeye başından beri kimse inanmıyordu zaten. Eşya sarasına tutuldu bir ara insan. Geçiyor işte. Tanrı gereksinimi çığ gibi büyümektedir.
Konuşmamıza başlarken ‘Her insan çağından sorumludur’ dediniz. Çağımızdaki iletişim teknolojisiyle insanın bu sorumluluğu arasında bir ilgi kurabilir miyiz?
Elbette. Çağın bir özelliği de sorumluluk kavramına evrensel bir nitelik kazandırmasıdır. Olup biten her şey anında ulaşıyor size. İletişim teknolojisi hazır. Yeryüzüyle bitişiyorsunuz âdeta. Gerçeğin dehşeti sizi kıskıvrak yakalayıveriyor. Kaçamıyorsunuz, tanıksınız. Bu da sizi bir derinleşme ve durum alma sürecine sokuyor.
Hep böyle olumlu mudur iletişim teknolojisinin sorumluluğumuz üzerindeki etkisi?
Değil tabii. Onun bu emir kulu görünümüne pek aldanmamak gerekiyor. Yaman bir dikkat avcısıdır da o. Konumunun bilincinde olamayan insanı çabucak ağına takabilir. Salt bu yüzden insanların büyük çoğunluğu dikkatlerinde özgür değillerdir. Bir insan bir kere dikkatini kaybedince bir daha zor toparlıyor kendini. İletişim de öyle yapıyor: Neyi öğrenmemiz gerektiğini belirlerken, tepkilerinize de el koymayı savsaklamıyor. Devinme alanı olarak bir kısır döngü bırakıyor önünüze. İnsan çok uyanık bulunmalı ki bu çemberden koruyabilsin kendini. Bir şeyi vurgulamak isterim burada: Bu çember sorumluluğun, konumunun bilincinde olan insan için atını coşkuyla sürebileceği bir alandır da aynı zamanda.Şiirin sanat etkinlikleri içinde özel bir önemi olmuştur hep. Çünkü şiirin iç zenginlikleri bulgulamamızda, olgunlaşmamızda, bilinçlenmemizde daha etkili olduğu kanısındayızdır. Şiire böylesi özel bir önem verdiğimize göre, insana ulaşmamızda şiir nasıl bir işlev yükleniyor?
Düzyazının sözcükleri mantıksal bir düzlemde seyreder. Etkisi de mantıksaldır. Şiirse bir yoğunlaştırmadır. Sözcükler dönüşür, içe doğru sokulgan bir yapı kazanır onda. Yaşam şiirde yoğunlaşmış olarak vardır. Bütün öteki yazı türlerinde anlatılanların özü şiirde vardır, ama o daha çok anlatılmaz olanın, sözün dile getiremediğinin arkasındadır. Sürekli içsel devingenliğimizi yorumlaması bundandır. İç serüvenimizin saydam bir parçasıdır o. Görünür gerçeği hep aşar, aşmalıdır; yoksa çürür dar açılarda, insanın özündeki bilgeliği temaşa edemeden dağılır gider. Her insanda özündeki bilgeliğe ulaşma tutkusu olduğuna inanıyorum. Şiir çok elverişli bu tutkuyu yönlendirmeye. İnsana ulaşmamızda şiir nasıl bir işlev yükleniyor diyorsunuz. Söyleyeyim: İbrahim’in yaptığını yapmak; öz’ü örten her şeyi kırmak yani.
Köklü bir şiir geleneğimiz var. Değişen koşullar önünde bu geleneğe nasıl yaklaşırsak, ondan yararlanılabilir?
Uygarlık bağlamında irdelememiz gerekiyor gelenek olgusunu. Uygarlık ki onsuz olunamayan şey’dir, gelenekler taşıyor işte bu şey’i, kuşaktan kuşağa, çağdan çağa. Şiir geleneğimiz; biçimiyle olsun, içeriğiyle olsun, uygarlığımızın ayrılmaz bir öğesidir. Bu yüzden, tarihsel şiirimizi salt bir malzeme yığını olarak değerlendirmemeliyiz, onu oluşturan özsu’yu, kendi bağlamı içinde kavramaya çalışmalıyız. Yüzyıllarca o üçleme (tekke, divan, halk) besledi bizi. Öğretimizden aldığı kanla; yaşamımızı, dünya görüşümüzü; doğum, ölüm, öte vb. olguları algılayışımızı biçimlendirdi. Tuhaf değil mi; ona karşı olanların, onu statik bir olgular bütünü diye görerek silip süpürmek, yaşamdan bütünüyle koparmak isteyenlerin bile, ondan beslendiğine tanık oluyoruz zaman zaman. Koşullar eskitemedi bu şiiri.Tarihsel şiirimizden bize kadar ulaşan bir duyarlık birikimimiz var. Yeni algılamalarımızla geliştirmeliyiz, yetkinleştirmeliyiz bu birikimi. Çağdaş şiirimizin bir türlü insanî olamayışının kökünde bu birikime yabancılık yatar. Duyarlık, duygululuk’u aşan bir şeydir. Etkindir, bir tavırdır. Algılar, ayıklanır, değerlendirilir, bir tavra dönüştürülür. Bizim duyarlığımızı, Öğretisel bütün biçimlendirir. Tarihsel şiirimiz de oradan emmiştir. Türk şiiri iki yüzyıldan beri bir duyarlık yabancılaşması şiiridir. Tabii doğrudan uygarlık seçimiyle ilgili bu da.
İçeriğinin yanı sıra biçimsel zenginliklerle de doludur şiir geleneğimiz. Yapay öykünmelere düşmeden onlardan da yararlanabilmeliyiz kuşkusuz. O öz’ü, o duyarlığı içimizde köz gibi duyumsayarak!
Çürüyen, kişiliksizleşen çağımız insanının yeniden insanîliği bulmasında sanatın, edebiyatın öncülüğüne inanıyoruz. Sanat, edebiyat bu öncülük niteliğini nereden alıyor? Yaşadığımız kâbusun kökeninde sanatın edebiyatın yabancılaştırılması yatıyor. Fethi Gemuhluoğlu güzel söyler: ‘Kişi düştüğü yerden kalkar ayağa (…) sanatla başladı yurdumuzda yabancılaşma; gene sanatla atılacak yurt dışına.’ (Bağlanma, Nuri Pakdil)
Şu da var; sanatçı yoğunlaşmış ulustur. Ulusun hüznü, sevinci, tarihi, korku ve tutkuları,- geleceğe ilişkin düşleri onda yoğunlaşmış olarak vardır. işte buradan kaynaklanıyor sanat, edebiyat yapıtlarının içe işleyen, değiştiren özelliği, öncülük niteliği. Diyelim aykırı bir yaşam biçimine zorlanmış, belleği boşaltılmış, duyarlığı alınmış bir toplum var. Çabucak unutuyor her şeyi; baskıları, yıldırıları, işkenceleri… nasıl devindirilebilir bu toplum. Elbette sanatın, edebiyatın öncülüğüyle. Başka türlü insanı içinden kavramanın, sarsıp silkelemenin olanağı yok. ‘Öz’, sanat edebiyatla bilinç düzeyinde algılanabiliyor ancak. Şaşırtılmış duyargaları onararak, bir düzene sokup yönlendirebiliyor sanat ve edebiyat.
‘Satranç Dersleri’ adlı bir dizi şiirinizde satranç oyunundan yola çıkarak, tarihten kimi kesitler sunuyorsunuz. Satranç, oyun niteliğini yitirip tarihe dönüşüyor âdeta. Çağımızı, tarihin kimi geçmiş çağlarıyla benzeştirerek daha iyi anlayıp yorumlayabildiğimiz gerçeği de var. Satranç, oyun, tarih, şiir ve çağımız arasındaki bu çok boyutlu ilişkiyi nasıl kuruyorsunuz?
An’lar birbirini kovalıyor ve biz buna zaman diyoruz. Narin kesit’ler… Devine devine saatleri, mevsimleri, yılları oluşturuyorlar. Hep akarlar mı böyle? Yoo, hiçte zorunlu değiller. Kesilebilir de bu akış, başa alınarak yeniden yaşatılabilir de. Ben an’ın içindeyim ve sorumluyum. Seçebilirim; bu konuda donatılarak yaratılmışım. Zaten sorumluluğum da mutlaka seçim yapmamı gerektiriyor. Görüyorum ki geride katlana katlana gelen, bana eklenen, benim ona eklediğim bir birikim var: Tarih. Seçiyorum; ben bu birikimsiz olamam. Şiir de öyle. Her şey öyle değil mi bir bakıma? İnsan, şiir,… deniz bile. Öyleyse tarihi konumlamam gerekiyor varoluş sınavından geçebilmem için. Beni sorumluluk’la boyutlandıran Öğretisel bilinçle yaklaşıyorum tarihe. Şiirin insana ulaşması, onu kalbinden kavraması da buna bağlı. Yoksa kör olur gözleri şiirin. Bir yaşantıdır, ‘bir ince akım’ı yaşamlaştırmanın uzun serüvenidir şiir. Bir ’akım’; yüzeye pek yansımayan derinlerden süren bir dalga; insanı yakan, estiren, kıpırdatan bir şey… Nuri Pakdil şöyle der Biat II’de: “Şiir ancak ‘tarihi yonta yonta’ bir akımı geçirmeye başlar.Bunu yapmak istedim ben de, ‘Satranç Dersleri’ dizi şiirinde. Tarih anlatmadım tabii. Tarih, şiir içinde duyumsatılabilir bir boyut olarak belirir ancak. İsteseniz de anlatamazsınız. Sözcüklerle yazmıyor musunuz? Oysa sözcükler, şiire girer girmez imgelere ve ritmik biçimlere dönüşürler.
Satranç oyununu kullanmam rastlantı değil. Geometrik bir tarih âdeta satranç. Yaşama tam denk düşüyor. Yaşam da bir geometridir, evet, ama epeydir yüzü çizik çizik bir ‘satıh’ görünümünde.
Bir de oyun sözcüğü… şiirli, katı, acımasız, yoğun çağrışımlı bir sözcük oyun sözcüğü. Sonra oyuncu, çağ’dır. Satranç oyununun kendisi de bir şiirdir. Oynarken bilinçle yenildiğim olur. Karşı taraf şahımı sıkıştırdıkça fevkâlade anlar yaşarım. Bütün bunlardan yararlandım elbet. Çağımdan, tarihe, Öğretiye sürekli göndermelerde bulunarak bir oyun kurmak istedim.
(*) Bu konuşma metni, bitmemiş bir biçimde İlhami ÇİÇEK’in notları arasından çıkmıştır. Kitabının yayımlanmasından hemen sonra, ‘Edebiyat Dergisi’nde yayımlanmak üzere hazırladığı anlaşılmaktadır. Soruları muhtemelen, İstanbul’daki arkadaşlarından biri yazılı olarak vermiş, kendisi de cevapları yazılı olarak hazırlamayı düşünmüş olabilir. Biz, o zamanlar, kitabı çıkan arkadaşlarımızın bir konuşmasını Edebiyat Dergisi’nde yayımlıyorduk. Bu konuşma, ölümünden çok kusa bir süre önce yapılmış olmalı. Kitabın yayımlanmasıyla ölümü arasındaki süre de çok kısadır zaten. (ih)